top of page

Arama Sonuçları

Boş arama ile 32 sonuç bulundu

  • REZONANS KANUNU 5. BÖLÜM

    İçinizde bir boşluk, canınız sıkılıyor, özünüzden uzaklaştıkça yalnızlığınız artıyor. Bu yalnızlıktan kurtulmaya çalışıyorsunuz. İlk başta aklınıza gelen diğer insanların yaptığı, belki de size hiç uymayan aktiviteleri sıra ile yapmakla başlıyorsunuz. Hayatınız, size hiçbir şey katmayan arkadaşlıklarla, gereksiz eşyalarla ve bir sürü zaman kaybı ile dolmaya başladı. Bu durumda, derinlerde bir yerde bir şeylerin ters gittiğini anlatan cılız bir şiddetle hissettiğiniz sinyalleri çalıştırıyor ama şimdilik anlamlandıramıyorsunuz. Hayatınız, zamanınızı dolduran bir sürü şeyle dolarken, içinizdeki boşluğun dolmadığını, daha da büyüdüğünü fark etmeye başladınız. İnsan, bu hayatta kendisine tanınan süreyi boşa harcadığında özünden sinyaller almaya başlar. Bu sinyaller, aslında hayra alamettir iç huzursuzluğu, boşluk hissi ve zamanı kaybetmenin hüznü çöreklenir yüreğe. Bu durumda insan ya fark eder ya da fark etmez, fark etmedikçe boşluğun dozu artar, onu tam olarak mutlu edemeyecek hedeflerle dolu bir yaşam kurmaya devam eder… Kısa vadedeki küçük mutluluklar asıl mutluluğu gölgeler. İnsan yaratılmışların en üstünü ise bu üstünlüğü sağlayan ne olabilir? Bu kadar üstün bir varlık mutlu olmayı başaramıyor olabilir mi acaba? İnsan özünden uzaklaştıkça belki de üstün özelliğinden de uzaklaşıyor, diyebilir miyiz? Üstün özelliğini açığa çıkarmak için önce özü ile bağlantı kurması gerekiyor olmalı… İnsanın ancak özündeki bu ilahi parça devreye girdiğinde gerçek uyanışı da başlar. Buraya kadar bunu fark etmek çok güzel… O halde dünya için hiç mi hedeflerimiz olmasın, eşyalarımız, çeşitli sosyal aktivitelerimiz, malımız, çocuklarımız… Elbette olmalı ama insan, kendine zaman ayırdığında bunların daha derin bir anlamı olur… bunlar tek başına yüklemi olmayan bir cümle gibidir, kişinin kendisi ile olan buluşması hayatını anlamlı kılar. Buraya kadar bu konuya girmiş olmamın sebebi, daha önceki bölümlerde anlattığımız ve rezonans kanununu çalıştıran düşüncelerimiz ve inançlarımız olduğunu ve DNA ‘arımıza kadar işlediğini nasıl yaşadığımızı ve yaşayacağımızı hücrelerimize kodladığımızı fark etmemiz için anlattım. Benim bahsetmek istediğim hücresel seviyede bir değişimin şart olmasıdır. Hücrelerimizi hissederek ilerlersek onlar öz ile olan bağlantıya bizi götürecektir… Farklı yollara sapmak siz bir süre oyalar. Ama içimizdeki gücü fark etmediğimiz her gün, aslında mutluluktan çaldığımız durumlardır. Sistem insanın iyi mi? kötümü düşündüğüne bakmaz. Frekansınız nasıl titreşiyorsa ona uygun olanları büyük bir ustalıkla çekip sunar… Aslında cüzzi irademizle düşünürüz, külli iradenin yarattığı sistem bize hizmet eder. Çevremizdeki her şey ile bağlantıda olduğumuzu anlamamız noktasında geç kalmamamız şart… İnsanın en büyük algı yanılgısı kainattan kendisini ayrı zannetmesidir. Aslında bütünün bir parçası olmak fikri tam da burada devreye girer. Dünyada bir yer kapladığımızı belli bir rolümüzün olduğunu bilmek ve buna sahip olduğumuz için kendimizi önemsemek fikrinden bahsediyorum. Kendimizi dünyaya ait eşsiz bir parça olduğumuzu fark etmekten bahsediyorum arkadaşlar… Eğer kendinizi bu haleti ruhiyeye çekebilirseniz, titreşiminizde ciddi değişmeler başlayacaktır. Bundan sonra yüksek rezonans değerlerine çıkamaya başlayacaksınız. Düşüncelerimiz ve inançlarımız enerji üretir. Bu enerji ya negatiftir yada pozitiftir. Bu enerji sizin titreşiminizi ya alt değerlerde tutar, yada üst değerlere çıkarır. Teknik olarak bunu böyle anlamamız şart. Negatif bir enerji üretirseniz ona uygun titreşim değerindeki insanlarla muhattap olursunuz. Siz kendinizi ne kadar iyi bir insan olarak görseniz bile yaşadıklarınızı haksızlık olarak görseniz bile, titreşiminiz ürettiğiniz negatif enerjiden dolayı düşük olacak ve dışarı yaydığınız bu frekansa uyumlu kişilerle ve olaylar rezone olacaksınız. Dışardaki kişileri değiştirmeye çalışmak suda yazı yazmaya çalışmak gibidir. Oysaki kendi içindeki önce düşünce sonra da inanç kalıplarını fark ettikten sonra, doğrusunu oluşturmaya niyet etmek müthiş bir değişim… Cep telefonunuzun operatörünü değiştirmek gibi… Siz sim karınızı değiştirip yeni operatöre geçtiğinizde hangi baz istasyonunu çekeceğinizi artık siz düşünmezsiniz… Kendi operatörünüzün baz istasyonları ile otomatik bağlantı kurarsınız. Bu yüzden eski baz istasyonunuzdan memnun değilseniz gidip onları tekmelemezsiniz, yapacağınız en akıllı ve tek şey operatör değiştirmektir. Don Kişot ‘un yel değirmenlerine savaş açması gibidir yani, pek çok insanın durumu… Sistemin çalışma prensibi bu kadar basit… Pozitif enerji üretecek inanç ve düşünceyi geliştir, frekansını yükselt ve yüksek frekanslı durum olay ve kişileri hayatına al… Burada fark etmemiz gereken bir püf noktası var arkadaşlar… Şüphe varsa pozitif enerji üretemezsiniz. Şüphe bilgisayarınızda veya telefonunuzdaki bir virüs yazılımı gibidir. Her ne kadar programları doğru çalıştırmaya çalışsak da şüphe bunun tek engelleyicisidir. Şüphe ise insanın kalbine şeytan tarafından atılan bir tohumdur. Örneğin bir şey yapmaya niyet ettiniz. Niyetiniz temiz ve olması için yapmanız gerenleri yapmaya başladınız. Bir anda aklınıza bu işin ters gideceği olmayacağı ile ilgili bir şüphe düştü. İşte insanın en büyük yanılgısı bu anda başlıyor, içinde duyduğu bu şüpheyi kendisinin ürettiğini zannetmesi. Şüphe sözcüklerini ömrümüz boyunca duyacağız. Frekansımız yükseldikçe bu seslerin gücü azalacak. Öncelikli olarak bunu normalleştirmemiz gerek. Biz şüpheyi ilk önce duyarız. Adı üstünde duyduğumuz bir şey, bize dışardan gelir. Ama onu içeri aldığımız anda, artık şüpheyi hissederiz. Bize ait olur. Şüphenin karşısındaki en büyük antivirus “ GÜVEN” dir. Güven de duyulur, ama güveni hissetmediğimiz sürece çalışmaz. Özetle şüphe duyup güven hissederseniz bu sorun değildir. Normal şartlarda olması gereken budur. Ve pozitif enerji üretirsiniz. Ama şüphe hissedip güven duyarsanız negatif enerji üretirsiniz. Hem şüphe hissedip hem de güven hissedemezsiniz bu ikisi bir kalpte bulunmaz. Pozitif enerji üretmek için neye güvendiğinizin önemi yoktur. İster kendinize güvenin, ister Allah’a ister Tanrıya ister, size destek olacak çevrenize… Bir kalpte ancak tek birşeye güven için yer vardır. Hem Allah’a güvenip hem de ensesi kalın çevrenize güvenemezsiniz. Böyle bir durumda Allah ‘a tam güvenmiş olmazsınız. Ve sistem çalışmaz. Özetle güven hissi sistemin enerjisini yükseltir. Sadece Allah’a güvenenler ise asıl kazananlardır… Şimdi neye güvenmek isterseniz sadece ona güvenin işte bu sizin gerçek cüzzi iradeniz… Sevgiyle, muhabbetle kalın sevgili Dostlarım… Hicran ARIKAN Mayıs 2021

  • REZONANS KANUNU 4. BÖLÜM

    Merhaba Sevgili Dostlarım; Yazı dizimizin 4. Bölümünde yeniden buluştuk. Bugün konuyu biraz daha derinlere götürmek niyetindeyim. Hücrelerimizde yer alan DNA üzerinde duralım. DNA’ yı okulda ilk öğrendiğimizde kısıtlı bir bilgi sundular bize. DNA sadece genetik kodlarımızı taşıyan ve buna göre protein üreten bir birim olduğunu anlatıp geçtiler. Ama son dönemlerdeki araştırmalarda ve deneylerde bilim insanları, işin bu kadar da basit olmadığını DNA‘nın yukarıda bahsettiğimiz görevi dışında çok daha ciddi sorumlulukları olduğunu keşfettiler. Son dönem dediğime bakmayın 1935’lerde bilim dünyasının DNA’nın bu özelliğinin varlığından haberi olduğu göz önüne alınırsa, bu bilgilerin bizlere, kasıtlı olarak servis edilmediğini düşünmemek elde değil. Kuantum fiziğinin her alanda teknolojisi geliştirilirken bazı dünya ülkeleri klasik fizik ve tıp ile uykudaydı… Aslında onlar hiçbir zaman bilgiyi saklamadılar, bilgi öğrenmek isteyen için her zaman açıktır. Zaten isteseler de bilgiyi saklayamazlar… Ama merakı, ilgi alanı ve dikkati başka alanlara sevk edilen genç nesiller şimdi çoktan yaşlandı. Çok kez benden de duymuşsunuzdur; Dikkat nerede ise enerji orada… Ve biz artık dikkatimizi nereye çevirmememiz gerekiyor anlayalım ve öyle nesiller yetiştirelim. Araya girdiğim bu düşüncelerimden sonra şimdi konumuza devam edelim. Bilim dünyasındaki bu gelişme bence ciddi derecede hayret ve hayranlık uyandıracak nitelikte. DNA’nın asıl görevi çevreyle iletişim kurmak. Bence büyüleyici ve kusursuz bir fıtrat. Daha önceki bölümde bahsetmiştim, kuantum alan sayesinde bilgi ışık hızından çok daha hızlı bir şekilde elektronlar arasında yayılıyor. DNA ise sahip olduğu bilgiyi kuantum alan aracığı ile uyumlanacağı ve iletişim kuracağı diğer olay ve durumları çekmek üzere tıpkı bir radyo istasyonu gibi görev yapıyor. Hem alıcı hem de vericisi olan bir radyo istasyonu… Diğer insanlıların DNA’ları ile de etkileşim halinde olması ne muazzam bir ilim değil mi? Ne mesafe ne de zaman sorununun olmaması, iletişimde gelinebilecek en son noktadır herhalde. Süper haberleşme diyebiliriz. Allah’ın ilmi, iradesi ve kudreti ile çalışan hiçbir dile, söze, sese ve hiçbir cihaza ihtiyaç duymadan çalışan mükemmel bir teknoloji… DNA’nın kendisine ulaşan verileri kaydetmesi ve aynı zamanda dev bir veri tabanı gibi çakışması ne muazzam bir sistem. Biliyorum ama bildiğimi bilmiyorum. Tasavvufta insanın her şeyi bildiği ama unuttuğundan bahsedilir. Sanırım bahsedilen durum bununla ilgili olabilir. Eğer DNA ‘lar arasındaki bu iletişim zaman ve mekandan münezzeh ise Benden önce yaşamış insanların genetik bilgileri DNA’mda kayıtlıdır. Biraz daha ileri gidersek, bizim gelecek diye bildiğimiz durumda kuantum alanda DNA’mız ile alışveriş halinde olabilir. O halde ben şimdiki zamanda ne yapıyorsam hem geçmişi hem de geleceği etkileyecek kadar sorumluluk sahibiyim. Müthiş ve bir o kadar da ürpertici ve sorumluluk gerektiren bir gerçek.. Peki asıl soruya gelelim… Binlerce DNA arasından farkında olarak veya olmayarak arzularımıza göre durum olay ve kişileri nasıl çekiyor ve nasıl veri transfer ediyoruz? Bizler 24 saat yayın yapan bir radyo istasyonu gibi pozitifi veya negatif duyguların oluşturduğu frekansları kuantum alana yayıyoruz ve alandan da veri çekiyoruz. Frekansımız bizim nasıl olduğumuzu belirliyor. Frekansımız negatif alanda titreşiyorsa, bizde negatif olay, durum ve kişileri çekiyoruz. Frekansımız pozitif alanda titreşiyorsa, bizde pozitif olay, durum ve kişileri çekiyoruz. Aslında herkes kendi frekans girdabında yaşıyor diyebiliriz. Negatif olan bir kişiye siz negatif olma negatif düşünme diyerek girdabından çıkmasını sağlayamazsınız. Yada pozitif bir kişiye negatif olmayı öğretemezsiniz. İşte burada, çok enteresan bir davranış değişikliği gerekiyor. Bunun için hayat çeşitli imtihanlar gönderir, duygular anında değişir. Ama imtihanlar zordur acılıdır yıpratır.. Öğrenmek, tekâmül etmek için bu yolu seçmeye gerek olmamalı. Çünkü insan DNA’sı bu dünyadan ne olursa olsun tekamül ederek ayrılmaya programlıdır. Eğer biz aklımızla bunu yapmazsak DNA’mız daki kodlar devreye girer zorunlu olarak acıların içinden geçeriz. Evet frekansımız bizim nasıl olduğumuzu belirliyor demiştim. Frekansımızı belirleyen şey ise duygularımız. Duygularımız ise geçmiş kayıtlarımız, geçmiş deneyimlerimiz. İşte bahsettiğim frekans girdabı da tam olarak bu. Duygularımızı, düşüncelerimiz ve davranışlarımız birbirini etkiliyor ve ortaya çıkan toplam frekansımız da yine benzer frekansları bize çekiyor. Bizim frekansımız diğer insanlarla rezonansa giriyor. Başkalarından etkileniyor ve başkalarını etkiliyoruz. Dünyanın toplam frekansı ( schumann rezonansı) nda bizim de payımız var. Hepimiz bu frekans havuzuna birşeyler bırakıyoruz. Ve başımıza gelenlerde, duyduklarımızdan, izlediklerimizden ve her şeyden payımıza düşen kadar etkileniyoruz. Bir insanın dünya için yapacağı en önemli şey aslında , bencillikten kurtulup etrafındaki insanlar için iyi şeyler yapmasıdır. Bugün yolda yürürken tanımadığın birine verdiğin küçük bir selam sistem sayesine dünyanın frekansına domino etkisi ile katkı sağlıyor …. Bu durumda negatif düşünmek demek başkalarının haklarına girmek demek diyebiliriz…Bu durum farkında olmadığımız kul hakkı değil de ne… Neyse konuyu dağıtmayayım… Herkes kendi frekans girdabında dolaşırken nasıl olurda bir çıkış noktası bulabilir. Fark etmek, uyanmak…Kolay olabilir mi? Bu yazımı buraya kadar okuduysan emin ol sende fark etmeye başlıyorsun demektir. Şükretmek ve minnet duymak DNA’nın açılarak genişlemesini pozitif rezonansa girmesini sağlayan en büyük etken. Biz, genelde bir şeye sahip olunca şükrederiz. Araba isteriz alırız, alınca şükrederiz. Aslında şükretmek minnet etmek her an olması gereken bir haldir. Sahip olduklarınıza şükretmek birinci aşamadır. Ama ben size henüz sahip olmadıklarınıza ama gelecekte sahip olacaklarınıza şimdiden şükretmekten bahsediyorum. Sonsuz hazine sahibi Allah‘ın gelecekte sizi nimetsiz bırakmayacağını çok iyi biliyorsunuz. Mutlaka nimetlendirileceksiniz. Peki onların şimdiden olduğunu hayal edip şükretsek nasıl olurdu? Etrafımızda sonsuz bir frekans havuzu mevcut. Ancak algı skalamız bunun sadece %5 ni anlayıp yorumlayabiliyor. Özetle kısıtlı olduğumuzu, her şeyi bilemeyeceğimizi kabul ederek başlamamız gerekiyor. Bilmediğini kabul etmek insanı önyargılardan kurtarır. İhtimallerin artmasına olanak sağlar. Gelecekte olması muhtemel tüm pozitif olasılıklar şimdiki zamana frekans gönderir. Eğer siz bunlarla uyumlanabilecek frekanstaysanız ideal bir değerde rezonans oluşturursunuz. Yani olumlu bir gelecek istiyorsanız şimdi olumlu olmak durumundayız. Yazı dizisinin başında( 1 bölümde ) kalpten yayılan frekansın ne kadar güçlü olduğundan bahsetmiştim. Kalbimizden DNA’larımızdan ve beynimizde her zerremizden sürekli sinyaller göndeririz. Çevremizdeki insanların frekansı ile ortalama bir frekansta buluşuruz. İnsanın en büyük yanılgısı etrafındaki insanları değiştirmek düşüncesidir. Aslında insan kendini değiştirdiğinde frekansı değişeceği için otomatikman karşıdakini de değiştirmiş olacağını bilse etrafı ile hiç uğraşmazdı… Bu iş bu kadar kolay olmakla birlikte neden istediğim gibi gitmiyor diyenleriniz olabilir. Bu soruya bir sonraki bölümde daha detaylı cevap vereceğim. Ama özet bir şey söylemem gerekirse, Belki de sen kendini gerçekten tanımıyor olabilirsin. Bahsettiğim sistem hata yapmaz. Ama sen kendine yabancı olabilir, inançlarını nefsinin altına gizlemiş olabilirsin. Fark etmeden oluşturduğun en derin inançlar hayatını yönetiyor olabilir. Sözümü burada kesmek zorunda kaldım. Uzatıp sıkmak istemiyorum ama hiç ayrılmak istemiyor insan. En kısa zamanda yeniden buluşmak üzere bu konuyu en derin köşelerine kadar irdeleyeceğiz… Sevgilerimle… Hicran Arıkan Mayıs 2021

  • REZONANS KANUNU 3. BÖLÜM

    Ben çok alıştım bu yazı dizisi işine … Sizlerden de çok güzel geri dönüşler alıyorum. Belki yakın bir zamanda anladıklarımızı pekiştirmek için workshop yapabiliriz. Benim anlattığım bilgiler ve daha fazlasını elbette pek çok kaynaktan kişiden ulaşabilirsiniz. Peki bu konuları neden Hicran Arıkan ‘dan okuyayım veya dinleyeyim derseniz , kendime göre naçizane bir iddiam var. Eğer bu konuları benimle öğrenirseniz en yalın ve en sade hali ile öğrenirsiniz. Akılda kalıcı bir anlatımla, kolayca uygulamaya hevesli olursunuz. Bilinçaltınız itiraz etmeden kabul eder. Çünkü bilinçaltınızın, aklınızın nelere itiraz edeceğini kendimden bildiğim için konuyu, olası soru işaretlerini ortadan kaldıra kaldıra ilerletiyorum. Sıkıcı bürokratik bir uslupla değil, sade, samimi ve olası sorunların cevaplarını içine serpiştirerek ilerleyen bir yazım ve anlatım dili seçiyorum. Ben olsam, bu konuyu nasıl kolay anlarsam size de öyle anlatmaya çalışıyorum. Eveeet…. bugün biraz benim en sevdiğim konuya değinelim. Duygular… Duyguların bedenimizde derin etkileri olduğunu hep söylüyorum, yine söylüyorum. Hepimizin genetik şifreleri DNA’mızda gizli ve eskiden bunun değiştirilemez olduğunu söyleyen bilim, bugünlerde içlerimize umut veren açıklamalarla gayet mümkün olduğunu söylüyor. “Yani, artık DNA ‘n(genetiğin) kaderin değil… “ İnsan DNA ‘sı uzayıp kısalan bir yapıya sahiptir. Duygularımızın rezonansı bedenimizin kimyasını etkiliyor ve böylece DNA ‘nın nasıl şekilleneceğini belirliyor. Yıllarca bize genetiğin değişemeyeceğini öğreten bir tıp ile tedaviler aradık. Şimdilerde ise, bunun değiştirilebilir olduğunu duymak, oldukça heyecan verici benim için… Peki nasıl? Duygular ile DNA ‘mızı değişiyorsa neler oluyor? Duyguları bedende yarattığı haleti ruhiyeleri iki türe ayıracak olursak birinci grup, olumlu haleti ruhiye diğer grup olumsuz haleti ruhiye olur… Neden “haleti ruhiye” dediğimi biraz açıklamak isterim. Hepimiz bazen olumsuz duygulara karışabiliriz ve bu çok normaldir... Yani hemen Allah’ın sistemi, DNA mızı bozacak ve bizi hastalandıracak veya başımıza kötü şeyler getirecek değildir. Biz, zamanı her ne kadar hızlı akıp geçiyor gibi algılasak da rezonans kanununda işler ağır çekimde ilerler. Hissettiğimiz olumsuz veya olumlu duyguların sizin ruh halinizi etkilemesi biraz zaman alır. Sürekli öfke halini alışkanlık haline getirdiyseniz, bu artık sizin ruh haliniz, yani haleti ruhiyeniz olmaya başlamıştır. O zaman, duygularda inişler çıkışlar olabileceğini, ağzınızdan negatif bir şey çıktığında hemen edişeye kapılmamak gerektiğini anlayarak başlayalım. (Kim bilir? bu endişe vesvesenin kaynağı kimden …) Tövbe edip, iptal edip haleti ruhiyenizi bozmasına müsaade etmeden ilerleyin. Şimdi gelelim pozitif haleti ruhiyeyi nelerin sağladığına. 1. Minnetarlık ( şükür ) 2. Sevgi 3. Taktir / Teşekkür 4. Kabul etmek Negatif Haleti ruhiye ise; 1. Korku 2. Öfke 3. Hayal kırıklığı 4. Stres Ben bu her iki listeyi aşağı doğru madde madde uzatabilirim, bunu sizde yapabilirisiniz. Neyin olumlu neyin olumsuz olduğunu biliyoruz. Ama 4 er maddede sınırlı tuttum ki konunun çatısı ( ana fikri ) netleşsin kafamızda. Birilerine öfkelenirken, bir şeylerden korkarken, üzülürken kendimizi soktuğumuz her türlü uzun stres halinde bedenimizi gün ve gün kendi ellerimizle güçsüzleştiririz… Başkasına gösterdiğimiz tepkiler aslında, kendi genetiğimizi içten içe bozmamızla sonuçlanır. Ben, işin bu kısmının üzerinde çok durmayacağım. Önemli olan pozitif haleti ruhiyeye geçmek. Pozitif ruh halinde ise DNA’lar uzamaya ve açılmaya başlar…Bu durum bağışıklık sistemini güçlendirir. Hani bağışıklık sistemini güçlendirici takviyeleri vardır. Onları kullanmayın veya kullanın demiyorum ama onlardan kat ve kat kalıcı çözümden bahsediyorum size…Adı üstünde onlar takviye…. Sonsuz şükür hali, içten çıkan bir sevgi hali, teşekkür etmek ve teşekkürü kabul edebilmek ve olanı olduğu gibi kabul etmek … Kendinizi bu refarans noktasına çekebilirseniz eğer, işte o zaman DNA’nızda bir şeyler olmaya başlar… İçinizdeki süper gücü fark etmeye başlarsınız. .. Bu durumda sahtekarlık sökmez… Herkes kendi içini bilir. Bu duygular asla taklit edilemez anlayacağınız… Sevgi frekansı en yüksek duygu olduğu için müthiş bir etkisi vardır. Sevdalanmak bence çok güzel bir kelime…. Siz neye sevdalısınız? hadi gelin bugün biraz bunu düşünelim. Buraya kadar sistemi nasıl çalıştırılacağından bahsetmiyorum arkadaşlar. Sistem zaten çalışıyor. Bugüne kadar karşılattıklarımız yaşadıklarımız, tamamen sürekli düşüncelerimizin sonucu olan inançlarımızın eseri…. Arkadaşlar bu işte büyük bir sır var …Kendin için hayırlısını isterken bütünün hayrı için istemek aslında çok daha büyük bir frekansa çıkartıyor bizi…. Müminin, müminine gıyabında ettiği duanın en hayırlısı olduğu öğretildi bize değil mi?… Aslında burada rezonans kanunun sırları gizli. Başkasına iyilik yapmak demek, aslında bir insanın kendine yapacağı en büyük iyilik olduğundan bahsediliyor… Misli ile geri dönüşü olacağını bilsek, başkalarını ve bütünün hayrını düşünmenin katkısını görebilirdik. Hepimiz İzafiyet teorisine aşinayız. ( E=mc²) Enerji= kütle x ışık hızının karesi Buradaki ışık hızının karesi demek, bir şeyin gerçekleşmesi için gerekli enerjiye ulaştığında geçen süre ışık hızının iki katıdır. Müthiş bir hızdan bahsediyoruz. Bilim dünyası bunun ile ilgili deneyler yaptılar… Bir deneyde, aynı atomun elektronlarını birbirinden yaklaşık 600 km uzaklaştırdılar. Yakındaki elektronun frekansı değiştirildiğinde eş zamanlı olarak 600 km ötedeki elektronunda aynı frekansta titreşmeye başladığını tespit ettiler. Bu şahane bir keşif… Dikkat edin arkadaşlar, bir süre sonra değil aynı anda gerçekleşiyor… Işık hızının iki katı ve insanın algı skalasının kat kat üstünde bir hızla… Bu deney bize gerekli enerji sağlandıktan sonra her şeyin anda mümkün olabileceğini anlatırken, bir taraftan da değişim için mesafenin öneminin olmadığını gösteriyor. Yani kendinize çekmek istediğiniz olasılık, sizden ne kadar uzak olursa olsun her şeyin quantum alan sayesinde mümkün olabileceğini gösteriyor. O halde her şey mümkünse, tek ihtiyacımız gerekli enerji seviyesine ulaşmak… Peki bu enerji nerede? İşte oda tam içindeki … Sevgi enerjisi… Her şeyden güçlü koşulsuz sevgi enerjisi, tam da mümin kulunun kalbinde…. Dışarda aramayı bırak, sahip olduğun enerji içinde… Niyazi Mısri’nin şiiri geldi aklıma bu sözlerimden sonra… Bilemediğimiz Osmanlıca sözcüklerin açıklamalarını parantez içinde yazdım. Dikkatle okumanızı rica ediyorum, ne demiş üstad yüzyılar önce gelin dikkatle okuyalım… Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş Bürhân(kanıt) sorardım aslıma aslım bana bürhân(kanıt) imiş hay hay Sağı solum gözler idim ben dost yüzünü görsem deyü Ben taşrada arar iken ol cân içinde cân imiş hay hay Ben taşrada arar iken ol cân içinde cân imiş Öyle sanırdım ayrıyam dost gayrıdır ben gayrıyam Benden görüp işiteni bildim ki ol cânân imiş hay hay Benden görüp işiteni bildim ki ol cânân imiş Savm-u sâlât-u( oruç, namaz) hac ile sanma biter zâhid( dinin gereğini yapan kişi) işin İnsân-ı Kâmil( eksiksiz ,noksansız) olmaya lâzım olan irfân( anlama, bilme) imiş hay hay Kandem(nereden) gelir yolun senin ya kande(nerede) varır menzilin Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvân imiş hay hay Mürşid( yol gösteren) gerektir bildire hakkı sana hakkel-yakin Mürşidi olmayanların bildikleri güman( şüphe) imiş Her mürşide dil verme kim yolunu sarpa uğratır Mürşidi kamil olanın gayet yolu asan(kolay) imiş Anla hemen bir söz durur yokuş değildir düz durur Alem kamu(herkes) bir yüz durur gören anı hayran imiş işit Niyazi'nin sözün bir nesne örtmez hak yüzün Hak'tan ayan(açık, belli) bir nesne yok gözsüzlere pünhan( gizli) imiş https://youtu.be/MEj7NMpOYx8 Niyazı Mısri yüzyıllar önce, Yunuslar Mevlanalar gibi Quantum alanı , Rezonans kanunu çözmüş ve şiirine pünhan etmiş ( gizlemiş.) Bu durumda bize düşen ise, taktir etmek, anladığımız için şükretmek ve büyük ve koşulsuz sevgiye bağlanmak olur… Üçüncü bölümde de benimle buralara kadar geldiğiniz için zatıalinize müteşekkirim efendim. Dördüncü bölümde görüşmek niyetiyle … Hicran ARIKAN MAYIS 2021

  • REZONANS KANUNU 2. BÖLÜM

    Evet yazı dizimizin 2. bölümüne hoş geldiniz arkadaşlar. Rezonans kanununu enine boyuna irdeliyorum bu yazı dizimde… Akıldaki tüm soru işaretlerini ortadan kaldıra kaldıra acele etmeden, her yazıda biraz daha fark ederek, biraz daha anlamlandırarak gideceğiz. İnsan bu dünyayı 5 duyu ile algılar. Bunlar ile algıladığı her şeyi %100 doğru olarak kabul eder. Yıllarca böyle bildik gördük. Sınırlı algımızı, eğer 5 duyumuzla algıladıklarımızın ötesine çekersek çok zengin bir bilgi bankası ile bağlantı kurabiliyoruz. Burada bilimsel araştırmalar, sosyal deneyler, kadim öğretiler ve elbette sınırsız hayal gücümüzle bilgiyi kendimize çekerek yeni kapıları aralama şerefine nail oluyoruz. Bu da insansı varlıklar olan bizlerin, insan olma yolunda en önemli serüveni olarak geliyor bana… Etrafımızda olan biten her şeyi, 5 duyunun ötesine çıkarak, şahitlik etmek. Tevekkül etmek ve inanmak… Bugün, biraz doğru bildiğimiz bir yanlıştan bahsedeyim. Gemisini kurtaran kaptan olur dediler bize, bu devirde kimseye güvenme dediler…vb… Hayatı beynimizdeki holografik algımızda, biz ve diğerleri olarak ayırarak tanımladık, kodladık. Bunların özünde tekilleşme ve bir bütününün parçası olduğunu veya aynı geminin yolcusu olduğumuzu unutma var. İnsanın şeytanla olan mücadelesi kıyamete kadar devam edecek. Bu unutmalar, bu bencillikler, bu tekilleşmeler bakın bakalım kimin ekmeğine yağ sürüyor. Hepimiz aslında aynı davanın neferleriyken, şeytandan daha üstün olan gerçek fıtratımızı ortaya çıkarmak için, bu dünyadan ayrılmadan üzerimize düşeni yapmaya odaklanma zamanı değil mi? Bütünün bir parçası olduğumuzu unutunca, dışlanmış hissettik kendimizi, sonra yalnızlık hissi ile nefessiz kaldık. Sonra olaylar kaşsısında savunmasız hissettik kendimizi ya saldırdık ya dona kaldık ya da sindik. İnsana bahşedilmiş beynin, sadece en ilkel tarafı ile kararlar alarak yaşadık … Şimdi size benim başka bir teklifim var. Beynini ön kısmında harika bir hazine taşıyorsun. (Frontal korteks) Frontal korteksin yapamayacağı hesaplama yok. Neden birileri senden daha güzel hayatını yönetiyor diye düşünüyorsan sanırım buldun… Amigdalanın yönetiminden çıkmak zorundasın… Beyninin ön tarafı ile kararlar aldığını nasıl anlarım dersen; sakinlik ve güven varsa, işlemler orada yapılıyor demektir. Eğer orada faaliyet başladı ise kalp ile bağlantı kurulmuş demektir. Modern bilim artık insanların birbirinden ayrı olmadığını kabul ediyor. Bunun için ciddi araştırmalar yapıyorlar ve toplumla paylaşıyorlar. Bu harika deneylerden bir tanesi 1995 yılında yapılmış. Bir borunun içindeki tüm havayı vakumladıktan sonra fotonları (ışık enerjisinin en küçük parçasını) borunun içine gönderiyorlar ve doğal olarak fotonlar düzensiz bir şekilde borunun içinde dağılıyor. Bir süre sonra borunun içine, insan DNA’sı gönderiyorlar. İşte bu aşamadan sonra fotonların DNA’ya göre daha özel ve düzenli bir sıralamaya geçtiğini gözlemlemiyorlar ve defalarca yapılan deneylerde, her seferinde insan DNA’sının fotonların davranışlarını etkilediğini görüyorlar. Bu deneye göre insanın fiziksel dünyayı etkilediği ispatlanmış oluyor. İşte bu Quantum fiziği… Newton fiziğinde böyle bir çıkarım yoktu. Newton fiziğinde görünmeyen bir enerji olamazdı. Ama Quantum fiziği çok heyecan veriyordu. Bilim insanları deneye devam ettiler, borunun içinden insan DNA‘sını çıkardılar. Onlara göre fotonların sırlaması eski haline gelecekti. Ama öyle de olmadı. Sıralı dizlim DNA ortamdayken ki gibi olmaya devam etti… Defalarca aynı deneyi yaptılar ama sonuç hep aynıydı. Fotonlarla DNA arasında görünmeyen ve mekândan bağımsız bağlantı devam ediyordu. Tıpkı WI-FI gibi… Yani boşluk olduğunu sandığımız alan sayesinde, fotonlarla DNA arasındaki bağlantı devam ediyordu. İşte Quantum fiziğinde “Quantum alan” olarak tabir edilen, enerjinin bilimsel deneyi bu şekilde defalarca ispatlanmıştır. Yani bunun sonucunda birbirimizle iletişimde olmadığımızı ve birbirimizi etkilemediğimizi sanmak herhâlde hala amigdala ile yönetildiğimizi gösterir. Şimdi buradan sonra asıl anlatmak istediğime gelebilirim. Dış dünyadan ayrı olduğumuzu sanmak büyük bir yanılgı olur... Bizim DNA’mızda her ne kodlu ise çevremizi de ona dönüştüren kocaman bir Quantum alanın içinde yaşadığımızı kabul etmek zorundayız. Bu alan tüm kâinatı kapsadığı için, bulunduğunuz küçücük alandan tüm zamanları ve alanları etkilemede katkınız olduğunu fark ederek devam edelim… Çok müthiş bir şeyden bahsediyorum. İnsan DNA sının ne kadar etkili olduğu ve aslında şeytanı kıskandıran ve sadece insana bahşedilmiş bu özelliğimiz için ne kadar şükretsek azdır sevgili dostlarım. Şeytanın savaşı ise tam da, insanın içindeki bu özelliği fark etmesini engelleyerek, insanlığı bölmek ve ayırmaktır. Aslında şeytan tarihteki görevini yerine getiriyor, ne kadar çok insan uykuda kalırsa, o işini yapmış olacak… Ama bütün bunlar olup biterken bizlerin gözleri kapalı; dünyayı, yaşamı, sistemi anlamak yerine, günü kurtarmak, bütünden ayrı olduğunu sanmak ne büyük gaflet uykusudur öyle değil mi? Quantum alan sayesinde her birimiz “ katılımcıyız” ve katılımcı etkimiz dünyanın bugünkü sonucunda etkilidir. Quantum alan rezonans kanunun çalışmasına hizmet eden bir alandır. Bu aşamanda DNA‘mızda hangi inançlarınız varsa onu kendimize çekeriz. "Yani ya fotonları ya hizaya sokarız ya da dağıtırız. " Örneğin, eğer bolluk ve bereketin kolaylıkla elde edileceğine inanıyorsan, artık buna uygun bir yaşamın olur. Ama hayat zordur ve sadece bazıları şanslıdır, ama bende şans yok diye DNA'nı kodlarsan quantum alan sana bunu da sunar. Yani Quantum alan senin inançlarına karışmaz, sadece sen ol dersin olur. İşte insan DNA’sındaki bu müthiş ve eşsiz özellik insanı yaratılmışların en üstünü yapıyor. Çünkü insan Halifedir ve Allah'ın esmalarını açığa çıkardıkça gerçek bir insana dönüşür. Elbette şeytan, bu üstün özelliğimizi fark etmememizi engellemeye çalışıyor ve sistemi, sonuçları bizim dezavantajımıza olacak şekilde vesvese vererek kullanmaya devam ediyor. Bu bölümde içimizdeki bu müthiş gücü ve yaşadığımız quantum alanı fark ettikten sonra, onu nasıl ehlileştireceğimizi bir sonraki bölümde konuşmaya devam edelim. Benimle bu yazı dizisinde, yolculuğa çıktığınız için zatıalinize müteşekkirim efendim. Görüşmek üzere… Hicran ARIKAN Nisan 2021

  • REZONANS KANUNU 1. BÖLÜM

    Quantumda çok konuşulan bu konuyu enine boyuna mercek altına almak ve mümkün olduğunca sadeleştirmek istedim. Tek seferde olmayacağı için, bir yazı dizisi hazırlamak daha şahane olur diye düşündüm. Her bölümü, okudukça içselleştiğiniz şekilde ve yine her bölümü farkındalığınızı katlaya katlaya artıracak şekilde planladım… Tüm bölümlerin sonunda bu konuda aklınızda şüphe duymayacak hale geleceksiniz. Malum hem ramazan ayı hem de ülke genelindeki kapanmalardan dolayı ben de sizlerle olan iletişimimi artırmaya niyet ettim. Hadi bakalım, başlıyoruz… Çocukken bize sorarlardı. Büyüyünce ne olacaksın? Daha biz cevap vermeden büyüklerimiz cevap verirdi. Doktor olacak… Hâkim olacak… Ya da biz cevap verdik bu soruya… -Öğretmen olmak istedik, kimimiz büyüyünce anne/bana olacağız dedik. -Yada pilot olmak istedik…Kimimiz tır şoförü …Kimimiz kamyoncu, kimimiz abla/ abi olacağız dedik... Ama bize sorulan bu soruyu hep meslek olarak algıladık. Zaten bir süre sonra da kimse bizim ne olacağımızı merak etmedi. Sormadılar yani… Belli bir yaşı doldurmuşlara bu soru sorulmazmış gibi, bu soruyu bir daha hiç duymadık. Şimdilerde, belki başka çocuklara biz soruyoruz. Soru hiç eskimedi. Ama biz büyüdük… Artık bu soruyu duymadığımızda büyüdüğümüzü anladık, belki kim bilir? Belki de belli bir yaştan sonra, hayatımızın kontrolünü elimizde olmadığına inandırıldık. Hayatımızı her an değiştirme yetkimizin olduğunu, gözlerimiz açıkken bile göremez olduk. Öyle bir rüyaya daldık ki, organik robotlar gibi bize öğretilen ezberlerle yaşadık… İçinizde süper bir güç olduğunu söylesem, bununla istediğiniz her şeyi kendinize çekebileceğinizi söylesem bana inananlar çıkar mıydı? Aranızdan… O zaman söyle, nedir mi diyorsunuz? Gece, gündüz rüyalarda bile onunla birliktesiniz desem… Siz onu hangi yöne çevirirseniz onun da size öyle hayatların çektiğini söylesem… Bilmece gibi oldu… Sağlığın, bolluğun, bereketin, hormonal dengenin, bağışıklık sisteminin, mutluluğun hatta çevrenizdeki insanları bile değiştirmenin tek anahtarı her gün içinde taşıdığın şey desem…. Tek anahtar, oda senin inançların… İnanç, yaradan tarafından insana bahşedilmiş müthiş ve süper bir güç… Bence bu dünyaya ait değil… Cennetten gelmiş…İçimize gizlenmiş. Fark edenler için mucizelerin, imkânsızlıkların anahtarı… Fark etmeyip uykuda olanların ise korkulu rüyası ve kâbusu… Yaşadığın hayat, senin seçimin ve senin eserin dediklerim, bana biraz sitem ediyor. Ama, bunu uykudan uyandığında sen de göreceksin kardeşim… Sağlık hakkında, bolluk bereket hakkında, mutluluk hakkında, çevrendeki insanlar hakkında ve her şey hakkında düşündüğün her şey zamanla bedeninin içinde kaydedilmiş inançlara dönüşür. Öyle bir kayıt yaparsın ki, bunu tek değiştirme yetkisi sende olsa bile, kök salmış inançlar öyle bir günde değişmez. Eğer hayatla ilgili kolaylaştırıcı inançların varsa bu hayatta hayal ettiklerine kavuşanlardan olursun. Zaten bu inançların da değişmesin. Her gün daha fazla kök salsın. Ama inançların sana zarar verecek türdense… İşte orada oturup yapılması gereken bilişsel bir yolculuk vardır. Bu yolculuk bir süre sora bilinçaltını etkilemeye başlar ve bahsettiğimiz mucizelerin gerçekleşmesine kendi gözlerinle şahit olmaya başlarsın. Bu yüzden büyüyünce ne olacaksın sorusunu çocuklara sormak yerine, ne kadar fiziksel olarak büyümüş de olsan kendine sormaya başlamanın tam zamanı… Sen kimsin? Ve ne istiyorsun? Hayatında ne olsun istiyorsun? Ne olmak istediğimi düşünmem yeterli mi? dersen; Düşününce ne olacak ki? Diyenlerden olabilirsin. O zaman beni dinlemeye devam et … Düşünceler varken bir şey değişmez…. Düşüncelerin frekansı düşüktür… Ama düşünceler inanca dönüştüğünde işte orada enteresan şeyler olmaya başlar. Bundan sonra müthiş bir rezonans alanınız oluşur. Rezonansınıza uyumlu olan her şeyi kendinize çekmeye başlarsınız. Tamam, buraya kadar geldikten sonra tümdengelim yapalım. Şuandaki yaşadığınız hayata bakın. Sağlık hakkında, bolluk bereket hakkında, mutluluk hakkında, çevrendeki insanlar hakkında ve her şey hakkında hayatın nasıl? Bunlar hakkında oluşturduğun rezonans alanına bak. İnançların nasıl bir alanda titreşim yaratıyor? Mevcut hayatında olmasını istediğin şeyler nelerdir? Seni istediklerine ulaşmana engel olan hangi inançların? Çünkü ve ama diye başlayan her şeyin altına iyi bak… İnsan inançlarını, yaşam boyu dışardan aldığı dataları ispatlaya ispatlaya geliştirir köklendirir. İnanç, yaşadıklarımızı nasıl yorumladığımızla ilgili gelişir. Aynı olayları yaşasak bile farklı inançlar geliştirme ihtimalimiz vardır. Peki burada, olaylardan önce, zihnimize giriş yapan başka bir data mı, bu yazılımı başlatıyor? Farklı iki kişi, köpek saldırısına uğramış olsa bile birinin köpek fobisi geliştirirken diğerinin geliştirmediğini görebiliyorsak, arada nasıl bir fark olabilir? Duygular…Her iki kişinin yaşadığı bu olaya karşı hissettiği duygu birbirinden farklı olmalı… Peki duygular nedir? İnsan kendisi mi üretir duyguyu? Duygu doğuştan mıdır? Ve en önemlisi nerededir? Evet, duygu doğuştandır ama … hangi olay karşında hangi duygumuzun devreye gireceğini beyin kimyamız karar verir. Peki, beynimize hangi kimyayı salgılatacağını kim söyler? Duygular kalpte üretilir ve İnançlar kalple bağlantılıdır. Ve beynimize gerekli sinyalleri kalbimiz gönderir. Bugüne kadar beyin tarafından yönetildiğimizi sananlar için şok etkisi ve inkâr etkisi yaratmış olabilir bu bilgi!! Ama oldukça heyecan verici bu bilgi, artık bilim dünyası tarafından da kabul ediliyor. Kalbin içinde 50 milyon hücre grubunun beyin ile iletişimde olduğu biliniyor ve zaten insanın bedeninden çıkan en büyük manyetik alan olduğu için yönetim merkezide kalptir. Kalbin sonsuz döngüdeki torus enerjisi de aşağıdaki şekilde imajine edilir hatırlarsanız. Yani beyin kalbin hizmetkarı olarak, tıpkı bir emir eri olarak çalışıyor. Duygularınızın rezonans alanı inançlarınız sayesinde devreye girer… Beyninizdeki düşünceler inançlarınız aracılığı ile kalbinizdeki duygu durumunu tetikler ve hissettiğiniz duyguya göre de tüm hayatınızı etki alanına alır. Konuyu bir cümle ile özetleyecek olursak, beynimiz, düşünceler üretir, kalbimiz buna paralel geliştirilen inançları ve duyguları beyin kimyası aracılığı ile tetikler ve sonunda bedenimizin titreşim merkezi olan kalbimizden çıktığı şekilde sözsüz bir iletişim halinde oluruz tüm kainatla… Tıpkı bir radyo dalgası gibi frekansımızın imzasını atarız kâinata… Kainatta bizimle uyumlu olan ne varsa mıknatıs gibi çekeriz bundan sonra… Şimdi bunu bilmek ne işe yarar mı diyorsunuz? İstediğim hiçbir şey olmuyor, diyorsanız; isteklerinizin, düşünce, yani beyin boyutunda kaldığını fark etmenizi tavsiye ediyorum. Ama eğer, istekler kalpten olursa frekansı beyne göre 5 bin kat fazla olduğu için gerçekleşmesi 5 bin kat daha mümkündür diyebiliriz. O zaman şimdi dönüp kalbinize bakmanızı rica ediyorum. Beyninizdeki düşüncelerin geçip gitmesine izin verin. Biraz daha aşağılara kalbinize bakın. Düşündüklerinize değil de kalbinizden geçirdiklerinize bakın. Size bir ip ucu vereyim… Kalptekiler mutlaka ve mutlaka bedeninizde bir belirti gösterir. Kalbiniz yoklarsanız eğer bendenizdeki duyumsamaları hissedersiniz. Ürperti, burnunuzun direğinin sızlaması, kalp ritminiz değişir, ter bezleriniz çalışır, kızarırsınız, ferahlarsınız veya nefes alışverişiniz değişir, gözleriniz yaşarır ve bir tebessüm gelir, başınızdan aşağı kaynar sular dökülür, alev alev olur veya buz kesersiniz. Bu yüzden duygularınızı avlamak kolaydır. Dolayısı ile inançlarınızı da avlayabilirsiniz. Evet yazı dizimizin 1. Bölümünün sonuna geldik. Daha anlatacak çok şey var… 2 bölümde görüşmek dileği ile … 2 . Bölüme kadar duygularınızı avlayın… Bakalım hangi duygular nedeni ile rezonansınızı etkiliyorsunuz. Ve siz kimsiniz ve kim olmak istiyorsunuz? Hepinize sevinç dolu günler diliyorum. Yazımı buraya kadar okuduğunuz için Zatıalinize müteşekkirim efendim… Hicran ARIKAN NİSAN 2021

  • NEDEN İNŞALLAH DERİZ...

    Merhaba sevgili dostlarım... bugün epey zamandır blog yazısı yazmadığımı fark ettim. Malum, kişisel dönüşüm kampındayız ve kamp arkadaşlarımla birlikte şahane dönüşümler olurken, kendimizi katman katman açarken burada buluşmayı geç anımsadım.... Ama şimdi ne kadar da özlediğimi fark ettim. Klavye benden önce gidiyor... Bugün , İNŞALLAH kelimesini konuşmak istiyorum. Kimileri için, İnşallah, cümlenin sonundaki bir noktalama işareti gibidir. Söylemezse, ayıp olacak türden... Kimileri için totem olmuş , tılsıma dönüştürülmüş. Söylemezse işi rast gitmeyecek takıntısı ile ağızdan çıkan bir kelime olmuş. (Yani kişi inşallah'a güvenmiş, İnşallah'ın sahibine değil...) Kimileri için de işimiz İnşallah'a, Maşşallah'a kaldıysa yandık cinsinden olmuş. Gerekesiz, kullanılması anlamsız olmuş. Ben birşey yapmazsam bana İnşallah yaramaz hesabı. Peki bir insan neden inşallah der. Veya neden inşallah diyen birisi neden diğeri için abes olur . Kelimenin içini boşatmakla kalmamışız , ( anlamını bilmiyoruz .) Kelimeye yeni ve manasız bir anlam yüklemişiz belli ki... Bu durum, ipek bir bezle evin tozunu almak yada yerleri silmek gibi birsey bence. Altının kıymetini sarraf bilir gibi ... O zaman gelin inşallah kelimesini tam anlayalım. İnşallah demek, Allah'ın dilemesine bağlamaktır. Yapılacak bir işin, niyetinin alınışından sonra teslim edilmesidir.... “Allah'ın dilemesine bağlamadıkça (inşallah demedikçe) hiçbir şey için ‘Bunu yarın yapacağım.’ deme. Bunu unuttuğun takdirde Allah'ı an ve: ‘Umarım Rabbim beni, doğruya bundan daha yakın olan bir yola iletir’ de.” (Kehf, 18/23-24.) İnsan kendi etki alanının içinde, istediği şekilde davranmakta ve düşünmekte istediği eylemi gerçekleştirmekte serbesttir. Bu etki alanı içinde kişi serbest bırakılmıştır. Bırakılmıştır bırakılmasına ama , bu etki alanlarının da sahibi yine külli iradedir. Cüzzi iradenin içinde külli iradenin yetkisini yok sayamayız. Eğer sayarsak külli iradenin yetkisini kısıtlamış oluruz. İnşallah dediğiniz zaman gerçek manada şunu yapmış olursunuz. Ben cüzzi irademle bir seçim yaptım. Bu seçimimden külli iradenin de haberi var. Ve bu seçimde en iyi olanın başıma geleceğine inancım tamdır. Yani yaptığınız bir seçim sonunda onu yardıma çağırmak demektir... İnşallah dediğinde korku ve onun evlatları kaygı ve endişe de kalbi terk eder. Çünkü inşallah varsa güven ortamı vardır. Ben elimden geleni yaptım. Bana verilen aklı bilgim dahilinde kullanıp cüzzi irademle bir seçim yaptım. Ama bu seçimin sonuçlarını benim en geniş açıdan görmem imkansız. Ancak bu külli iradenin yapabileceği birşeydir. Eğer hayra uygun olmayan bir seçim yaptıysam külli irade buna müdahale etsin ve beni iyi olana ulaştırsın demektir inşallah. Düşünsenize siz sorumluluk alıp bir seçim yapıyorsunuz, ama sizden daha iyi bilen amirinize danışıyorsunuz. Tıpkı bunun gibidir inşallah. O yüzden işimizi eğer İnşallah'a Maşallaha kaldıysa üzerimize düşeni yapmışız demektir. Ama inşallah kelimesinden medet ummak onu bir tılsımmış gibi totemmiş gibi kullanmak ne kadar anlamsız ve tehlikeli olur görebiliyoruz dimi... Zaten inşallah kelimesi gerçek manada kullanırsa bilinçaltımızdaki gerçek manası ile eşleştiğinde kalp sakinleşir ve huzur gelir. İnşallah dememize rağmen huzursuz oluyorsak, kelime gerçek anlamı ile eşleşmemiş demektir. Bu durumda elimizden geleni yapıp yapmadığımızı , niyetimizi belirleyip belirlemediğimizi kontrol etmemiz gerekir. İnşallah, bundan sonrasında herşey kolaylıkla hallolacaktır. Yazımı buraya kadar okuduğunuz için yine zatıalinize müteşekkirim efendim... Gittiğiniz her yere koşulsuz sevgiyi götürün... Hİcran ARIKAN Mart 2021

  • Neden Kişisel Dönüşüm Kampına Katılmalıyım?

    Dün, çok sevdiğim bir dostumla konuştum. Uzun bir telefon görüşmesiydi. Çok önceden sözleşmiştik, kişisel dönüşüm kampını açtığımda, mutlaka gelecekti. Sözü vermek kolaydı. Ama, vakit gelince, içinde bazı kaygıların oluştuğunu fark ettim satır aralarında... Böyle bir çalışmaya ilk kez katılacaktı ve hiç tanımadığı insanların olduğu yerde duygularını konuşmak düşüncesi belli ki ürkütmüştü... Güzel bir telefon görüşmesi başladı. İlk başlarda kaygılı bir ses tonuyla bu kamp nasıl olacak diye sordu? Hemen kendime döndüm, demek ki daha fazla empati yapmalıyım. İçinde duygusal kaygı şeması çalışan birisi için daha açıklayıcı olmam lazımdı. Böyle çalışmalara zaten baş edemedikleri duyguları yüzünden katılacak olan kişilerin, cesaretini artırmam gerekiyordu. Cesaret artar mı? yoksa cesaret verilir mi ? Cesaret hepimizin içinde vardır aslında, insanın dışarıdan hiçbir şeye ihtiyacı yoktur normalde... Cesaret içinizdeki çocukta vardır... Düşünsenize, çocukken çok cesaretliydik. Her oyunu oynar, here yere gitmek isterdik. Her şeyi merak ederdik. Sorardık... Ne böcekten korkardık ne köpekten ne karşı karşıya geçmekten ne de söz alıp konuşmaktan... Kim ne derse desin özümüzle tam bağlantıda olduğumuz için her şey, bize mümkün gelirdi... Biz ne zaman böyle olduk? Yaşımız ilerledikçe korktuk. Korktukça benzer olaylara hızlı tepki vermek için beynimizde bir örüntü oluşturduk. Ben kimseye cesaret veremem arkadaşlar, yada cesaretini artıramam. Zaten Cesaret vardır. Ben ne yaparım biliyor musunuz ? Yıllarca üst üste dizilmiş korku tuğlalarını senin yetişkin halin indirirken yanında olurum. Birlikte bakarız, sen, bunu, neden buraya koydun? Yad ederiz o günleri.... Evet o tuğlayı oraya koymakta ne kadar da haklıydın... Ama şimdi gerek yok. Bizim çocuğu, duvarın diğer tarafında çıkartırken, ben sadece gözlemlerim. Bu büyük buluşma, beni hep coşturur... Artık her şey kişinin kontrolü altındadır... İçimizdeki çocuğun nefes aldığı, neşe getirdiği an başlar... Ve benim misafirliğim biter... Evet, bu kişisel dönüşüm kampında 8 kez buluşacağız. Haftada 2 gün ve 3 er saat. ( boş günler için ödevler vereceğim.) İlk 4 dersimizde teorik bilgi vereceğim. İnsan bilgiyi ancak akla yaklaştırdığında anlar. Bütün verdiğim bilgileri analitik akla yaklaştıracağım. Öyle olacak ki bilinç altınız asla itiraz edemeyecek hale gelecek. O "ama " diyecek biz cevabı yapıştıracağız. Konfor alanından çıkmamak için bize türlü türlü manipülasyonlar yapacak. Ama, ben de iyi bir manüplasyoncuyumdur. Bunu uzun soluklu iş hayatımda, çok kez tecrübe ettim. Tüm eğitimler, verdiğim seminerlerde defalarca deneyimledim. Ama şimdilerde bilinçaltındaki yanlış örüntüleri kırmak için kullanıyorum. Çivi Çiviyi söküyor. İnsan bu dünyaya gelir, sonra aklederek öğrenir. Ama akletmenin nasıl bir şey olduğunu öğreneceği bir kullanım kılavuzu yoktur. Sadece aklı vardır insanın... Yani, akletmeyi, "akıl edenler" başaranlardır. Cesaret kıvılcımları ile iki taşı sürterek ateşi bulur insan. Ateş bulunmuştur artık. Bu ateş hiç sönmez... İnsan ömrü, sonsuz yaşamın yanında oldukça kısadır. Kim bilir, şuan benim yazımı olurken 20'li yaşlarında mısın? 30'larda mı, belki 40'lar belki de 50 ler... Yoksa 60'lar mı... her ne olursa olsun hiç bir şey için geç değil. Dün öldü, yarın yok, sadece bugün var... Her şey bizim beynimizin algıladığı kadardır ve algını değiştirirsen duyguların değişir. Kişisel gelişim tecrübelerimde,(Hem teorik hem pratik) gördüm ki bir insan, duygularını anlar ve onları yönetebilecek yazılımlar geliştirirse hayat olumlu yönde ivme kazanır. Bazen öyle insalardan öyle konuşmalar duydum ki mutlu olmayı öte dünyaya bırakmışlar... Yaşadığımız olumsuz duygu şemalarımız, bizi pek çok alanda çıkmaza sokabiliyor. Siz, sadece tek bir alanda bir sorun yaşadığınızı zannederken, bir duygu dönüşümü ile hem iş hayatında hem özel hayatta, hem de maneviyatta değişimler, domino etkisi ile ışık hızında hayatınıza girer. Bir taşla onlarca kuş vurursunuz... Değişim için gerekli alt yapı oluşturulduğunda, değişim bir anda olur. Karanlık bir odada lambanın düğmesine basığınızda, karanlık yok olur, çünkü orası aydınlıktır artık. Aydınlığın içinde karanlığı arayamazsınız... Ama aydınlığa ulaşmak için elektrik tesisatı çekilmiş olmalı ve ampulün düğmesine basma iradesi gösterilmiş olmalıdır. Bir duyguyu hissediyorsanız o vardır. Onu yok sayamazsınız? Hoş, bu güne kadar hep yok saydığımız için sıkışmışlıklar yaşarız. Bastırdıkça bize olan basıncı artar. Bazıları boş verir boş verdikçe basıncı daha az hisseder ama o vardır. Bazıları da bastıırır canı acıyana kadar dibe vurur. Psikolojide bunun bir tanımı vardır. Acıdan kaçanlar Zevke yaklaşanlar Ama çözüm hiçbiri değildir. Olumsuz duygusal şemaları olan insanlar, hayattan aslında tam lezzet alamazlar. Ne kadar zengin olsalar ne kadar imkanlara da sahip olsalar da asla anda olmazlar. İçlerinde bir ikilik oluşmuştur çünkü. Burnu tıkalı birisi gibidir böyle insanlar. Ormana da götürseniz yeterli oksijeni alamazlar. Ama burnundaki eti aldırınca %100 nefes almayı ilk kez deneyimler. Bu yüzden teorik bilgi, çok önemlidir. Hiç %100 nefes almamış birisine, bundan daha fazla nefes alabilirsin dediğimizde belki bununla biraz ilgilenebilir. İnsan burnunun, ciğerlerinin diyaframının nasıl çalıştığını anlatırsınız, o kişinin dikkatini çeker. Sonra oksijenin neden gerekli olduğunu anlatırsınız. Oksijen olunca nelerin değişeceğini anlatırsınız. Artık o kişinin merakı uyanır. Acaba tam bir nefes almak nasıl bir şeydir? Demeye başlar... İşte merak ilmin anahtarıdır... Merak eden insan artık bilinçaltının anahtarını nereye koyduğunu bulur. 21 gün kuralı.. Çoğunuz biliyorsunuzdur. en az 21 günlük tekrarlarla yeni bir alışkanlık geliştirir insan. Bu yüzden bu kampın süresini bir ay olarak özellikle belirledim. Ama bu 21 gün konusunda bir hususa dikkatinizi çekmek istiyorum.21 gün boyunca sadece belirlediğiniz bir duygu şemanıza çalışacağız. Yani onu da dönüştürelim bunu da yapalım dersek hiçbir zaman 21 günlük enerjiyi tek bir konu üzere vermediğimiz için değişim malesef olamaz. Bu yüzden bu kampta kişiye hayatında en çok vazgeçmek istediği duygu şemasını tespit etmeyi öğretip sadece onun üzerine dikkati vermesin sağlamış olacağız . Merak etmeyin, duygusal şemalardan herhangi biri dönüştüğünde diğerlerinin de şiddeti azalır. bu kampta bir duygu şeması nasıl dönüştürülür, bunun ehliyetini almış olacaksınız. Biz bu kamp sonunda, bilinçaltınıza sağlıklı bir duygu dönüşümü numunesi bırakmış olacağız. Bundan sonra yeterli enerjiyi verdiğinizde, yeni dönüşümlerde bilinç altınızın örnek alacağı deneyiminiz kaydedilmiş olacak. ( Bu ateş hiç sönmez.) Artık bundan sonrası çok kolay olacak. Kampın ikinci yarısında SILVA "zihin kontrol", NLP "Nörolinguistik Programlama" yöntemleri ile hızlı dönüşümler yapacağız. "linguistik" kelimesi " dilbilimsel" demek, "Nöro" ise insan beynindeki algılama sistemi. Nörolinguistik demek aslında insan beynin algılama dil yöntemidir. İnsan temsil sistemlerine göre algılar. Yani her şey nasıl algıladığımız ile ilgili. Örneğin bir kişi kediden korkuyor, diğer bir kişi korkmuyor. Eğer kedi, korkulacak bir hayvan olsaydı herkes korkardı. Demek ki, kediyi nasıl algıladığımız ile ilgili bir durumdan bahsediyoruz. Nörolinguistik Programlamada beyinin bozuk inanç kalıplarına takılmadan beyin programına yeni bir deneyim kazandırmaktır. Bunu tek başına sadece bilgi toplayarak ve akla geldikçe kendini düzelterek de yapabilir. Ama süre uzundur ve yeterli motivasyon olmayabilir. Ayrıca stres ve kaygı şemaları devreye girerse iş zorlaşır. Çünkü bu sefer de vücut kaygı ile baş etmeye çalışırken yeni bir alışkanlık geliştirmeye enerji veremez. Çünkü dikkat nerede ise enerji oradadır biliyorsunuz. Dikkatimizi kaygı varsa başka bir şeye yöneltmek pek mümkün değildir. Bunu şöyle düşünün bir ülkede savaş varken yeni bir yatırım yapmayı düşümeyiz bile. Yada evi su basmışsa yeni alacağımız koltuk takımının siparişin vermeyiz. Sorun şu, bizim evi her gün su basıyor... Arkadaşımın sorduğu soruya dönüyorum... İlk başlarda kaygılı bir ses tonuyla bu kamp nasıl olacak diye sormuştu ya.... Bu sefer kampa katılmayı çok isteyen bir ses tonu ile her şey çok güzel olacak dedi. Ben de dedim ki benim kampıma her isteyen katılamaz bazı şartlar var... Merakla sordu... Bu kampa katılmak istiyorsan eğer, kamp boyunca "ama" demeyi bırakacaksın... Ama kelimesi bilinçaltınızdan gelir. Sürekli itiraz eder... Ama yerine hayret edeceğiz... Acaba nasıl olur diyeceğiz? sürekli haaaaa diyeceğiz... ( Beni tanıyanlar bu " haaaa" demeye verdiğim önemi bilir. İnsan haaaa diyerek öğrendiklerini hızlıca bilinçaltına atar.) Öğrendiğimiz herşeye şaşıracağız arkadaşlar... Hadi gelin güzel dostluklar kuralım, sıkı bir aile olalım, bahara yepyeni bir algı penceresinden bakarak başlayalım... Biz bize iyi geliriz...

  • DÜNYANIN EN ZENGİN YERİ NERESİDİR?

    Merhaba Kıymetli Arkadaşlarım; Yeni bir yazıda yeniden buluştuk çok şükür. Sizden şimdi, aşağıda yazdıklarımı okurken, benimle birlikte hayal etmenizi rica ediyorum. Bilinç altımızda yeni bir açılımın kapılarını açmak niyetiyle; Başlıyoruz… Sabah, her zamanki gibi işe gitmek için hazırlandığınızı düşünün… Rutin bir hayatınızın olduğunu düşünüyorsunuz ve yaradılış gayenizi ilerleyen yaşınıza rağmen bulmuş hissetmiyorsunuz. Hayat sana anlamsız gelmeye çoktan başlamış. Bugüne kadar pek çok şey deneyimledin ve genç yaşlarda seni çok mutlu eden şeyler, eskisi kadar keyif vermiyor. İyi bir üniversite bitirdin, iyi bir evin, araban, işin, statün var. Çoğu kişinin hayal ettiği pek çok şeye sen sahipsin ama senin iç dünyanda, tarif edemediğin bir huzursuzluk filizlenmiş durumda… Anlık mutlulukların oluyor. Onlarda her geçen gün daha kısa sürede tükenip sönüyor… Bu düşünceler ile iş yerine varacaksın, ofisinin camından her zamanki gibi dalgın dalgın bakıyorsun… Özendiğin hayatlar var ve aslında sen de özenilen bir hayata sahipsin… Alıp başını gitmek istiyorsun. Ama nereye gitsen, bu kısır döngüdeki düşünceler seni bırakmayacak, sen de biliyorsun. Sonra, birden çok kuvvetli bir ışık görüyorsun pencerede… Kulakları sağır eden, gözleri yakan bir gürültü ve ışık ile birlikte, beynin etrafta olan hiçbir şeyi anlamlandıramıyor. Sen, büyük bir belirsizlikle saniyeler içinde güneşin yere düştüğünü görüyorsun. Yüzyıllardır beklenen kıyamet gününe geldiğini düşünüp, dehşete kapılıyorsun. Yüreğin, bu hiç tanımadığın his kaşında sanki durup buz kesiliyor. Etraf, gök kuşağı renklerinin bakılamayacak kadar parlak ışık huzmeleri ile doluyor. Duman ve alev bulutları içinde, çaresizce bir sona doğru giderken, kendin için, etrafındaki hiç kimse için, evde bıraktığın ailen için hiçbir şey yapacak halde değilsin. Son hatırlayacağın sahnede, bedenindeki acıyı hissederken gözlerini kapatacaksın. Sen öldüğünü zannederken bedenindeki dayanılmaz bir acı ile gözlerini başka bir yerde yeniden açacaksın. Güçlükle ayağa kalkıp etrafta neler olduğunu anlamaya çalışacaksın. Yaşadığın şey kıyamet mi? yoksa başka bir şey mi? anlayacak kadar idrakin artık çalışmayacak. Kimsenin kimseyi tanımadığı bir yerde, birisi koluna girip sana yardım edecek. Birlikte herkesin gittiği yöne doğru gideceksiniz. Yol boyunca az önce pencereden baktığın manzaradan eser kalmamış olacak. Şimdi etraf yanık bedenlerle ve tozdan yüzleri belli olmayan ve telaşla koşuşturan insanlarla dolu olacak. Çevrede irili ufaklı alevler hala yanarken ve başına ne geleceğinin korkusu ile bir çıkış yolu arayacaksın. Birden, sana doğru gelen insanlar göreceksin. Gözlerine inanamayacaksın ve aileni karşında bulacaksın… Hiç bu kadar mutlu olduğunu hatırlamayacaksın. Yapayalnız kaldığını zannederken ailenle kucaklaşacaksın. Tarifi mümkün olmayan bir mutluluk buz tutan kalbini çözüp yeniden çarptıracak… Kıyamet mi kopmuştu yoksa kâbus muydu? Anlattığım hikâye 14 yaşında 6 Ağustos'ta Hiroşima'ya atılan atom bombasından sonra hayatta kalma şansını yakalayan Şair Bun Hashizume’ye ait. Şimdi bu hikâyeyi kendi ağzından yeniden dinleyelim. Evimiz okyanus kıyısındaydı. Çiçek toplayıp, güneşin batışını izler köyde yaşamanın keyfini çıkarırdım. Bazen ağaçlara tırmanır güneşin altında parıldayan okyanusa bakardım. En iyi arkadaşım Hitoşi ile ağacın altında buluşur, saatlerce gelecek ve hayallerimizden bahsederdik. Onu çok seviyordum, bana ileride yazar olmak istediğini söylediğinde, o zaman bende şair olurum, demiştim. Bombanın atıldığı sabah herhangi bir sabah gibiydi. Annemin evde olduğunu hatırlıyorum. Bende Hiroşima’da iletişim bakanlığındaki işime gitmeye hazırlanıyordum. Genç erkeklerin çoğu savaşa gitmiş olduğundan, çalışacak yeteri kadar insan yoktu. Benim gibi gençler okulu bırakıp çalışmaya başlamak zorunda kalmıştı. Üçüncü katta camdan dışarı bakarken, çok kuvvetli bir ışık gördüm. Sanki güneş gözlerimin önünde yere düşmüştü. Bir anda her yer gökkuşağı renklerinde ışık huzmeleriyle doldu. O an, bombanın patladığı andı. Bilincimi kaybetmiş olmalıyım. Kendime geldiğimde, camın önünde değildim ve kafamda bir acı hissediyordum. Bir şekilde ayağa kalktım ve dışarıya yöneldim. Bir kadın hastaneye kadar yürümeme yardım etti. Kasabamız tamamen yıkılmıştı. Yolda ne bir bina, ne bir kedi, ne bir köpek vardı. Kuşlar ve hatta kelebekler bile ortadan kaybolmuştu. Sadece koşuşturan insanlar vardı. Üzerleri tozla kaplanmış insanlar… Sonraki gün gözlerimi açtım. Annemi çok özlemiştim. Hastaneden çıkıp yürümeye başladım. Etrafta hala ufak tefek alevler vardı. Dikkatli olmak zorundaydım. Bana doğru gelen üç kişi gördüm. Gerçekten sen misin? diye çığlık attılar. Onlar, annem, ablam ve teyzemdi. Erkek kardeşim yanlarında yoktu. Ne yazık ki patlamada ağır yaralanmıştı ve onu kaybetmiştik. Bir kabusta gibiydik. Neler olduğunu anlayamıyordum. 20’li yaşlarımda Hiroşima’yı terk ettim. Yıllarca bomba hakkında konuşamadım bile. Ama ailem beni, hikayemi paylaşmaya ikna etti. Sonra şair oldum. Geçmişte Hitoşi’ye söz vermiş olduğum gibi. Bunun gerçek olacağını hiç düşünmezdim. Bombadaki radyasyondan ötürü çok fazla sağlık sorunu yaşadım. Baş ağrıları ve yorgunluk gibi. Ama Tokyo’daki doktorlar bana çok iyi baktı. Evlendim 3 oğlum oldu, 4 de torunum var. Onlarla olabildiğince çok konuşmaya çalışıyorum. Her şeye rağmen atom bombası atan insalardan nefret etmiyorum. Bombanın ardından insaların her şeylerini kaybettikten sonra, ne kadar muhteşem olabildiklerine tanık oldum. Ama başka insanların üzerine atom bombası atanların yine insanlar olduğu gerçeğini asla unutmayacağım. Bun Hashizume Nagazaki’ye atılan atom bombasına çok yakın olan binlerce insanın ilk anda retinalarını eriterek öldürdüğü bu vahşeti yaşayan ve şu anda 90 yaşındaki Şair Bun Hashizume’nin bu hikayesinde iki konu benim için oldukça çarpıcı. Birincisi, çocukken kurduğu hayaller ve hiçbir suçu yokken, bu acı tecrübeyi ülkesine, ailesine ve kendine yaşatanlara olan hissiyatı. Hayal kurduğunuzda, hayattan alacaklı olursunuz arkadaşlar. Başarılı kurulmuş bir hayalin, koşullar ne olursa olsun gerçekleşmek gibi bir düzeni vardır. Sistem, tüm koşullar tersine gitse bile size verdiği sözü mutlaka tutar. Şimdi, hayal kurmanın ne kadar önemli olduğunu daha iyi anladığınızı düşünüyorum. Hayal kurmak, iyi bir niyete bağlandıysa gerçekleşmek zorunda olan bir kehanettir artık. Japonya’da o günleri yaşamış kişiler ile yapılan tüm röportajlarda siz de bunu görebilirsiniz. Onların, ülke olarak nasıl başardıklarını, nasıl bir Quantum sıçraması yaşadıklarını söylemeye gerek bile duymuyorum. Eğer hayalleriniz yoksa ve size yapılanları affetmiyorsanız, cezalandırdığınız kişi kendiniz olmaktan öteye gitmez. İşin kötü olan tarafı da kurmadığınız hayalleriniz, başkalarında gerçeklemek üzere yola çoktan çıkmış olur. Hayata bir kez gelmiş olduğumuzu şu an içinde bulunduğumuz durum ne olursa olsun hayallerimiz sayesinde çıkabileceğimizi defaatle söylemek isterim. Bana bir sohbette sormuşlardı; dünyanın en zengin olan yeri neresidir? diye … Bende, mezarlıklar dedim. Çünkü orada yazılmamış şiirler, okunmamış kitaplar, gerçekleşmemiş projeler vardır. Şimdi bende burada, her nerede ve koşulda olursan ol, bu yazımı okuduktan sonra, yaşam amacını bulup, hayal kurduğunu hayal ediyorum. Başka bir yazıda buluşmak üzere, benimle yine yazının sonuna kadar geldiğiniz için zatıalinize müteşekkirim efendim… Gittiğiniz her yere koşulsuz sevgiyi götürmeniz hayaliyle… Görüşmek üzere… Hicran ARIKAN Şubat / 2021

  • HER NEFİS ÖLÜMÜ TADACAKTIR...

    Bu hafta pazartesi, sabaha karşı eşimin akrabalarından 48 yaşında ki amca kızının ölüm haberi ile uyandım. Sabaha karşı çalan acı bir telefon sesiyle uyanmak...Sanki telefonun sesi, açmadan önce haberi verir gibiydi... Vefat eden güzel insan, 2,5 senedir kanser tedavisi görüyordu. --Ölümü bekleniyordu, kurtuldu. Bunlar duyduğum ilk yorumlar. Ölümü beklemek nedir? Hepimiz öleceksek sadece hasta olanların mı, ölümü beklemesi gerek? Hangimizin ölümü beklenmiyor ki? Yoksa ölüm mü bizi bekler, biz mi ölümü bekleriz? Ölüm kurtuluş mudur? Kurtulduğumuz şey sadece bizim fizik bedenimiz midir? Daha binlerce deli soru ile cenaze merasiminde seyrettim etrafı... Tanık oldum, sadece duydum, Ölümün kokusunu, rengini ve sesini duyumsadım. -Bir annenin evladını kaybeden gözlerine baktım...Hüzün, yüreğimi sızlattı... -Ölümü, ilk kez bu kadar derinden hisseden 18 yaşındaki annesini kaybetmiş evladın dalgın gözlerine baktım...Hüzün gözlerimden taştı... -Kimi kardeşini, kimi yengesini, kimi kuzenini, kimi arkadaşını kaybetmişti. Aslında biz onu gözümüzün algıladığı "kesit zaman " gerçekliğimizin alanından çıktığı için kaybetmiştik, onun frekansını hissedemediğimiz bir aleme geçiş yaptığı için gözden kaybetmiştik. Ölüm aslında en büyük nasihattir insana... Eşyalara baktım sonra... Kim bilir onları satın alırken ne kadar özenerek alınmıştı... Sahibinden daha da diri ve canlıydılar şimdilik. Sanki bu dünyaya kazık çakacak gibiydiler... Eşyalara dedim, -Son sizler için. İnsan için ölüm bir son değildir. İnsan için yeni ve daha güzel bir aleme geçiştir. Hareketsiz ve üstü örtülü amca kızı ise, siz burada kalın benim sizde hiiiç gözüm yok diyordu, eşyalara hayalimde... Frekansın en düşük olduğu ortamlardır, cenaze evleri. Ortalama insan frekansı 60-70 herz iken ölümün frekansı sıfır "0" herz' dir. Yani manyetik olarak da cenaze evlerinin frekans ortalaması düşüktür. Ölen kişiyi tanımasanız bile, bir cenazeye katılırsanız, kendinizin de üzüldüğünü fark edersiniz. Bu yüzdendir ki, cenazelerde hep bir telaş vardır. Bir an önce son görevi yapmak içgüdüsü gelişir herkeste... Cenaze ve kabristan işlemleri, kimlere nasıl haber verilecek, öğle namazına mı yetişecek? vs. Sanki, asıl sahibine teslim etme çabası başlar tüm kullarda... Dünkü instagram paylaşımımda da yazmıştım. Şimdi algıladığın zaman kavramının ne kadar göreceli olduğuna bak... Çok kısa bir süre kaldığımız bu dünyadan ayrıldığında, dünyada ne kadar kaldın diye sorduklarında, -Güneş batarken veya doğarken gördüğün kızıllık süresince diyeceksin... Tekrar tekrar düşünmemiz gereken bir zaman illüzyonunun yanılsaması içinde her ne yapıyorsan gözden geçirmek zamanı... demiştim. İşte bu yüzden, ölüm en büyük nasihattir insana... Dünyadaki tüm savaşımızı 8,6 sn içinde veriyorsak eğer ( kimilerimiz için bu süre çok daha az olabilir. ) neyin önemli olduğuna daha iyi bakmak gerek. Bizden 150 milyon km ötede ve 1 milyon 333 küsür dünya büyüklüğünde olup gözüme bir tencere tabanı büyüklüğünde görünen güneşe bakıyorum önce, Ve sonra bu güneşlerden 400 milyar küsür olduğu söylenen sadece samanyolu galaksisinde kendi boyutumu algılamakta güçlük çekiyorum. İşte bu durumda kendimi olduğum gibi kabul etmekten başka birşey bulamıyorum. ÖLÜM... Ölüm tadılacak birşey midir. " Her nefis ölümü tadacaktır." denilmişse, Nefis = Bilinç Ölüm=Biyolojik bedensiz yaşamak se Her bilinç , biyolojik bedensiz yaşamayı tadacaktır. diyebiliriz. Yani ben bedenimi kullanamadığımı fark edip hissedip( tadıp), yaşamaya devam edeceğim. Ve tekrar diriltileceğim. Dünyadan ayrılmadan önceki şuurumuz, idrakimiz, bilincimiz ne ise, kabir de de o bilinçle o idrakle ve o şuurla yaşamaya devam edeceğimiz söylenmiştir. Ölümle sadece bedene hükmetme yetkimiz kalkmıştır. Ölüm yeni bir boyuta geçiş kapısıdır. Bu yüzden bu kapıdan geçmek için beden elbisemizi çıkarmamız gerekir. Bilinç dediğimiz şey bu dünyada biyolojik bedenimizin içinde yer alan beynimiz aracılığı ile inşaa ettiğimiz astral bedenimizdir. Yani ruhtur. Buradan anlamamız gereken, bu dünyada ne kadar bilinç seviyemizi artırırsak, işte ölüm sonrasında o kadar yüksek özelliklere sahip bir astral bedenimiz olur. Dünya ahiretin tarlasıdır, sözü şimdi ne kadar anlamı değil mi? Keşkeklerin kabul edilmediği aleme geçmeden, istediğimiz kadar tövbe etme şansına sahip olduğumuz teklifi fark etme zamanı... Yaşama zar atamayız... Beynimizde, ölüm anına kadar olan tüm, kapasite, bilgi, idrak ve ilim ruhumuzdaki potansiyel enerjiye yüklenir. Yani beyin, durduğu andan itibaren bu transfer sonlanır. Yüklediğimiz kadar bilinçle, berzah alemine geçeriz. ( Dünyadaki hiçbir değer ve kural geçerli olmayacak alem...) Şimdi dönüp bakmanızı rica ediyorum. Beyninizden transfer edeceğiniz tek şey kapasite, bilgi, idrak ve ilim ise, şuan beyniniz nelerle dolu... Yaşadığınız hiçbir kötü ve iyi anı sizinle gelmeyecek. Olaylar silinecek. Tuttuğunuz takım, oy verdiğiniz parti, zevkleriniz, nefretleriniz, kıskançlıklarınız, prensipleriniz, dedikodularınız, neleri sevip neleri sevmediğiniz hiçbir şey sizinle gelmeyecek. Nasıl ki bebek olarak geldiğinizde bunlar yoktu, ölürken de bunlar olmayacak. Sadece ve sadece biriktirdiğimiz bilgi ve idrak ile yola devam edeceğiz. "Nefisini bilen rabbini bilir." denilmişse bize ve nefsimin içinde rabbimin özellikleri giziliyse. Ne kadar kendini bilip idrak ettiysek işte ölüm ve sonrasına o kadarını götüreceğiz. Bu dünyada ancak bunu beyin aracığı ile yapacaksam, yaşarken beynimi ne ile doldurduğum çok ve çok önemli oluyor... Geçenlerde yaptığımız workshopta biraz değinmiştim. Ölüm dediğimiz olay, aslında fiziksel bedene sıkışmış olan bizler için bir kurtuluştur. Ölüm anı aslına korkulması gereken bir durum değildir. O kadar lezzetli bir durumdur ki , Mevlana için "düğün günü" olarak tarif edilmiş olmasını hatırlatmak isterim. Bizim ölümden korkmamız tarifini bilmememizden ve ne ile karşılaşacağımızı tahayyül edemememizdendir. Ölüm aslında en büyük nasihattir insana... Bu yazımda 3. kez yazıyorum bu cümleyi... Ölümü ile bize nasihata vesile olup, düşünmemize aracı olduğu için 48 yaşında vefat eden amca kızına sizin nezdinizde Allah'tan Rahmet diliyorum...Sevenlerine sabır diliyorum. "Şüphesiz biz ondan geldik ona döneceğiz." Şimdi yazımın başındaki soruları tekrar yazıyorum buraya... Ölümü beklemek nedir? Hepimiz öleceksek sadece hasta olanların mı, ölümü beklemesi gerek? Hangimizin ölümü beklenmiyor ki? Yoksa ölüm mü bizi bekler, biz mi ölümü bekleriz? Ölüm kurtuluş mudur? Kurtulduğumuz şey sadece bizim fizik bedenimiz midir? Şimdi her şey daha anlaşır değil mi? Hepimize bilinç seviyemizi kat kat artırdığımız, bilgi ve idrak bereketiyle dolu bir ömür diliyorum. Sevgiyle kalın... Hicran ARIKAN / 2021

  • İNSANIN DEVRE ŞEMASI

    Yıllarca insanın nasıl çalıştığını anlatan bir formül bulmaya çalıştım. Eğer hepimiz enerji ürereten birer varlıksak bizim de bir formülümüz bizim de bir devre şemamız olmalıydı. Eğer bunu bulabilirsem, yaşarken çok rahatlıkla buna göre kararlar verebilirim. Evet aşağıda gördüğünüz bu sembol yılların bilgi birikimini hem kadim öğretiler hem de mühendislik bilgisi ile harmanlayıp sembolize ettim. Bunu öğrettiğim herkes ama herkes kesinlikle farkındalık yaşıyor. Buna göre değişimi başlatabiliyor. Ama tabi bunu burada anlatmak konuya haksızlık olur. Quantum eğitimlerimizde bu konudan girip nerelerden çıkıyoruz , hakikaten anlatamam ... Anlatırım da burada değil ...:)

  • Antropolog Gibi Olmak Derken ? Biraz Açarmısınız

    Evet antropoloji... İnsanlık kökenini inceleyen bilim dalı... Bir antropologsanız, tarihteki insanların yaptıklarına etken olan faktörleri öncelikli olarak biliyor olmalısınız. Yani milattan önce insanlar mücevherleri ile toprağa gömülüyorsa, bugünün dünyasında size bu saçma gelebilir. Ama o zamanlarda tanrı inancı gereği cennette onlarla olacağına inanılmasından doğar bu davranış. Hani duymuşsunuzdur, yaygın olarak söylenmeye de başladı. "Beni yargılamadan önce benim ayakkabılarımı giy." Diye... Buna benzer bir konudan, bahsediyorum aslında... Karsınızdaki kişiyi yargılamadan önce onun bu aşamaya gelene kadar ne yaşadığını görebildiğiniz kadar inceleyin. Yargılarken bulduğunuz sonuçları masaya koyun. Böyle yapmak sizi daha adil yapar.Vicdanen daha rahat olursunuz... Böylece olumsuzluklardan daha az etkilenirsiniz. Bunu yaparken karşı tarafın tavrını onaylayın demiyorum dikkat edin. Sadece onun penceresinden bakın. Tabi bakabilmek için iyi bir gözlemci ve dinleyici olmak gerekir. Verdiğiniz kararın sonucunda siz de haklı çıkabilirsiniz, karşı tarafta. Ama bu yöntemle, daha az stres ve dediğim gibi vicdanen rahat olma söz konusudur.

  • Yaşlanmak mı? Yaş Almak mı?

    Evet hepimiz ömrümüz son gününe kadar bedenen ve zihnen bu değişimi yaşayacağız. Her ne kadar, günümüz estetik ve kozmetik sektöründe etkilerini azaltıcı gelişmeler olsa da, yaradılışın değişmeyecek bu kuralı bizimle olacak. Bu süreçte bu konuyu ne kadar odağımızda tutarsak, geri kalan yaşamı o kadar kaybediyoruz. Tek düşüncesi güzelliği olan ve onu kaybetmemek için yapılacaklar listesi hazırlayan insanlar tanıdım. Ama bu müthiş performansı gösterirken benliği kaybedilmişti çoktan. Bir parantez açalım( kendinize bakmayın, bedeninizi düşünmeyin demiyorum. Bunu yaparken yaşamayı unutmayın ve abartmayın diyorum.) Aslında yaşlanmaya bakış açımız ile ilgili bir durum bu. Yaşlılık her ne kadar bedenen olsa da ruhen ve aklen yaşlılık (yada biz yaş alma diyelim, bundan sonrası için ) muhteşem bir dönüm noktasıdır hayatta. Tecrübe dolu bir yaşamın imzası taşıyor olursunuz aslında. Bu olgunluğa erişmiş insanlarla tanıştığımda bedenlerinde bu değişim onları çok derinden etkilememişti. Hatta o kadar yakıştırmışlardı ki kendilerine. Galiba bazılarımız yapmak istediklerimizi yapamadıkça telaşa kapılıyoruz. Size sunulan hayatı sizi tatmin edecek şekilde yaşadığınızda yaşlanmak olarak görmeyeceksiniz bu değişimi. Yaşlanmak kolaydır. Oysaki yaş almak çok daha derin bir alt yapı gerektirir...

bottom of page